Tanrı'yı Öldüren Kule
En tepesindesindir.
Sanırsın ki bir an için,
Tanrı sensin.
Zannedersin ki her şeyi yönetirsin- istersen tabii
Gücün var, yetkin var.
Topkapı'nın görkemli haremini,
Haliç'e girip çıkan gemileri
Gözden çok uzakta kalmış Boğazı...
Her şeyi yönetirsin.
Hepsi emrine amadedir.
Yeminini bozasın gelir, sövmek istersin.
Çok sevdiğin Sait Faik der ya,
"Yazmasaydım ölecektim"
Sen de yazmazsan öleceksin sanki o an.
Koşa koşa inmen lazım şimdi
Dört nala
Atlar gibi.
İnersin.
Şimdi nereye?
Karaköy'e.
Deniz havası iyi gelir herkese.
Aşağıda olduğuna göre,
Ne de olsa sen de artık herkessin.
Tanrı değil.
Tanrı olsan duyar mıydın arka sokaklarındaki karmaşayı?
Dolar mıydı içine bir sıkıntı yeniden?
Korkarsın yazma isteğin yok olacak diye
Sen de artık herkessin çünkü.
Telaşla kuytu köşenin, kör kalemin, sarımsı kağıdın peşine düşersin
Şansına bulursun köşedeki küçük bakkaldan
Pensan mavi tükenmez kalem ve veresiye defterinden acemice koparılmış bir sayfa elindedir şimdi.
Çıkıp dükkanın önüne çökersin.
Ne yazacaksın ama şimdi?
Tanrılığın kalmadı ki
Büyü de gitti.
Kalem kaymaz elinden, bulamaz kendi yolunu,
Yazamazsın.
Yazmasaydın ölecektin ya,
Şimdi yazamıyorsun.
Büyü de gitti.
İstiyorsun da, yazamıyorsun işte.
Yani,
Şimdi sen ölmüş müydün?
Yoksa Tanrı mı ölmüştü?
O yalancı kule mi öldürmüştü sizi,
Yoksa yalancı olan Sait Faik miydi?
En tepesindesindir.
Sanırsın ki bir an için,
Tanrı sensin.
Zannedersin ki her şeyi yönetirsin- istersen tabii
Gücün var, yetkin var.
Topkapı'nın görkemli haremini,
Haliç'e girip çıkan gemileri
Gözden çok uzakta kalmış Boğazı...
Her şeyi yönetirsin.
Hepsi emrine amadedir.
Yeminini bozasın gelir, sövmek istersin.
Çok sevdiğin Sait Faik der ya,
"Yazmasaydım ölecektim"
Sen de yazmazsan öleceksin sanki o an.
Koşa koşa inmen lazım şimdi
Dört nala
Atlar gibi.
İnersin.
Şimdi nereye?
Karaköy'e.
Deniz havası iyi gelir herkese.
Aşağıda olduğuna göre,
Ne de olsa sen de artık herkessin.
Tanrı değil.
Tanrı olsan duyar mıydın arka sokaklarındaki karmaşayı?
Dolar mıydı içine bir sıkıntı yeniden?
Korkarsın yazma isteğin yok olacak diye
Sen de artık herkessin çünkü.
Telaşla kuytu köşenin, kör kalemin, sarımsı kağıdın peşine düşersin
Şansına bulursun köşedeki küçük bakkaldan
Pensan mavi tükenmez kalem ve veresiye defterinden acemice koparılmış bir sayfa elindedir şimdi.
Çıkıp dükkanın önüne çökersin.
Ne yazacaksın ama şimdi?
Tanrılığın kalmadı ki
Büyü de gitti.
Kalem kaymaz elinden, bulamaz kendi yolunu,
Yazamazsın.
Yazmasaydın ölecektin ya,
Şimdi yazamıyorsun.
Büyü de gitti.
İstiyorsun da, yazamıyorsun işte.
Yani,
Şimdi sen ölmüş müydün?
Yoksa Tanrı mı ölmüştü?
O yalancı kule mi öldürmüştü sizi,
Yoksa yalancı olan Sait Faik miydi?
Ka-Ka-Ka Mondooooo!
40 yaşında olduğunu ilk o merdivenlerde idrak ettin, bilincine ilk o an yerleşti. Kadıköy'deki arkadaşının evinden dönüyordun. Senin için verilen sürpriz doğum günü partisinden... Birkaç godoman meslektaşın, bazılarının süslü eşleri, dört bir yana saçılmış konfetiler ve bir rakı masasından oluşan doğum günü partisi... Sembolik olarak küçük bir pasta koyduklarında önüne, pastada yalnızlığıyla eriyen o tek mumu görüp anlamalıydın aslında. Pastadaki mum sayısı yaşın kadar değilse, yaşlısındır.
Ama sen dikkat etmedin. Bir an önce o ortamdan kaçabilme yollarını düşünüyordun çünkü. Sonunda "son vapura yetişme bahanesi" binlerce insan gibi senin de işine yaradı. Ev sahibinin "Bu gece burada kal ne olacak sanki?" diye yaptığı bütün ısrarlara rağmen, "Yarın iş var güç var, başka zamana artık Erolcuğum!" diyerek sıyrılmayı başardın. Kurnazlığınla övünebilecek bir adam kesinlikle olmadığın için (hem kurnaz değildin, hem de kendinle övünmek tıynetinde yoktu) bu sivri zeka ürünü bahanenle de hiç övünmedin.
Bir yandan da gerçekten son vapura yetişmen gerekiyordu. Koştur koştur gittin, kalkmasına 3 dakika kala yetişmeyi de başardın. Mart akşamı olduğu için hava henüz serindi, dışarda oturdun. Bir de çay istedin, o saatlerce beklemiş çayı yudumlarken acılığına küfürler savurup durdun.
Yirmi dakika süren deniz sefan bittiğinde yürümeye karar verdin İstiklal'e kadar. Medeniyetin biricik temsilcilerinden tüneli kullanmak yerine tırmanacaktın tepeye kadar. Yavaştan nefesin daralmaya başladı, bacakların da sızlamaya. Karşında duruyordu Kamondo Merdivenleri, en az otuz basamak! Bir an binaların arasından yavaş yavaş çıkmaya niyet ettin, ama ayakların bırakmadı. Merdivenlere doğru götürdü seni. Avusturya Lisesi'nden mezun herkesin o merdivenlerde çok özel bir anısı muhakkak vardır, senin de vardı. Henüz taze bir liseliyken, bu merdivenlerde, tam okul çıkışında ilk öpücüğünü almıştın sevdiğin kızdan. Aşk karşılıklı olunca nasıl da mutluluğa dönüşüyor, ilk o merdivenlerde anlamıştın.
Tam yarısını çıkmıştın ki, dizlerinin bağı çözüldü. Çöktün kaldın orada. Kim bilir o kız ne yapıyordu şimdi? Evli miydi? Çocukları olmuş muydu? Muhtemelen evet...
İşte tam o merak dolu çöküş anında anladın 40 yaşında olduğunu. 40 yaşında normal bir insanın ne kadar da düzenli bir hayatı olmalıydı halbuki... Bir eşi, biri oğlan biri kız iki evladı, fena olmayan bir işi, emeklilik hayalleri, kızın nişan masrafları... Bütün bunlar olmalıydı hayatında, ama yoktu hiçbiri. 40 yaşındaydın, ama yoktu hiçbiri. Onun yerine, sen, Kamondo Merdivenleri'ne yaşın getirdiği yorgunlukla çökmüş, ağzı rakı kokan ve geleceğe dair tek planı kendini yatağa atıp sonsuza kadar uyumak olan bir adamdın. Değişmezdi bu.
"40'a merdiven dayadım işte!" diyip, sarhoşluğunun getirdiği hafif tatlılıkla güldün sessiz sessiz. Ah zalim basamaklar. Bir bitemediniz. Bitemediniz ki kurtulayım!
40 yaşında olduğunu ilk o merdivenlerde idrak ettin, bilincine ilk o an yerleşti. Kadıköy'deki arkadaşının evinden dönüyordun. Senin için verilen sürpriz doğum günü partisinden... Birkaç godoman meslektaşın, bazılarının süslü eşleri, dört bir yana saçılmış konfetiler ve bir rakı masasından oluşan doğum günü partisi... Sembolik olarak küçük bir pasta koyduklarında önüne, pastada yalnızlığıyla eriyen o tek mumu görüp anlamalıydın aslında. Pastadaki mum sayısı yaşın kadar değilse, yaşlısındır.
Ama sen dikkat etmedin. Bir an önce o ortamdan kaçabilme yollarını düşünüyordun çünkü. Sonunda "son vapura yetişme bahanesi" binlerce insan gibi senin de işine yaradı. Ev sahibinin "Bu gece burada kal ne olacak sanki?" diye yaptığı bütün ısrarlara rağmen, "Yarın iş var güç var, başka zamana artık Erolcuğum!" diyerek sıyrılmayı başardın. Kurnazlığınla övünebilecek bir adam kesinlikle olmadığın için (hem kurnaz değildin, hem de kendinle övünmek tıynetinde yoktu) bu sivri zeka ürünü bahanenle de hiç övünmedin.
Bir yandan da gerçekten son vapura yetişmen gerekiyordu. Koştur koştur gittin, kalkmasına 3 dakika kala yetişmeyi de başardın. Mart akşamı olduğu için hava henüz serindi, dışarda oturdun. Bir de çay istedin, o saatlerce beklemiş çayı yudumlarken acılığına küfürler savurup durdun.
Yirmi dakika süren deniz sefan bittiğinde yürümeye karar verdin İstiklal'e kadar. Medeniyetin biricik temsilcilerinden tüneli kullanmak yerine tırmanacaktın tepeye kadar. Yavaştan nefesin daralmaya başladı, bacakların da sızlamaya. Karşında duruyordu Kamondo Merdivenleri, en az otuz basamak! Bir an binaların arasından yavaş yavaş çıkmaya niyet ettin, ama ayakların bırakmadı. Merdivenlere doğru götürdü seni. Avusturya Lisesi'nden mezun herkesin o merdivenlerde çok özel bir anısı muhakkak vardır, senin de vardı. Henüz taze bir liseliyken, bu merdivenlerde, tam okul çıkışında ilk öpücüğünü almıştın sevdiğin kızdan. Aşk karşılıklı olunca nasıl da mutluluğa dönüşüyor, ilk o merdivenlerde anlamıştın.
Tam yarısını çıkmıştın ki, dizlerinin bağı çözüldü. Çöktün kaldın orada. Kim bilir o kız ne yapıyordu şimdi? Evli miydi? Çocukları olmuş muydu? Muhtemelen evet...
İşte tam o merak dolu çöküş anında anladın 40 yaşında olduğunu. 40 yaşında normal bir insanın ne kadar da düzenli bir hayatı olmalıydı halbuki... Bir eşi, biri oğlan biri kız iki evladı, fena olmayan bir işi, emeklilik hayalleri, kızın nişan masrafları... Bütün bunlar olmalıydı hayatında, ama yoktu hiçbiri. 40 yaşındaydın, ama yoktu hiçbiri. Onun yerine, sen, Kamondo Merdivenleri'ne yaşın getirdiği yorgunlukla çökmüş, ağzı rakı kokan ve geleceğe dair tek planı kendini yatağa atıp sonsuza kadar uyumak olan bir adamdın. Değişmezdi bu.
"40'a merdiven dayadım işte!" diyip, sarhoşluğunun getirdiği hafif tatlılıkla güldün sessiz sessiz. Ah zalim basamaklar. Bir bitemediniz. Bitemediniz ki kurtulayım!